Polonya'ya ilk geldiğim günlerde yiyecek bir şeyler bulmak biraz sorun olmuştu. Hatta uçaktan indiğimde hava çoktan kararmıştı. Beni yurda getiren mentorumle birlikte su alacak yer aramıştık. Eğer açsanız ya da bir şeyler içmek istiyorsanız havalimanından bir şeyler almanızı tavsiye ederim.
Suyu 24 saat alkol satan bir yerden almıştım. "Niegazowana", bizim bildiğimiz normal su. "Gazowana" olan da bildiğimiz soda.
Birkaç gün Türkiye'den getirdiklerimi yemiştim. Sonrasında ilk ziyaretim Burger King'e oldu :) Tavuk burger menü. Burada Burger King olsun, Mc Donalds olsun, tavuk menüler hem çeşit olarak az hem de daha pahalı. Ama istemediğiniz kadar çok kebab dükkanı var. Tabi buralarda kebeab diye satılan bizim bildiğimiz döner. Türkiye kebabıyla çok ünlü. Hatta Polonyalı bir arkadaşım "Türkiye burada kebabla tanınır." demişti. Pek çok yerde "Turecki Kebab" yazıyor, içeriye memleket hasretiyle koşarak giriyoruz ama karşımıza Hindistanlı, Arap, Polonyalı ve daha bir çok milletten biri çıkıyor. Hatta artık Polonyalıların kafalarında oluşan Türk imajını da buna bağlıyorum. Bizi Araplara benzetiyorlar.
Geçen gün arkadaşlarla konuşurken burada Türkiye'den daha çok kebab dükkanı var demiştim. Herkes çok gülmüştü ama gerçekten de öyle. Mantar gibi :)
Bir de döner kesmek için özel bir makineleri var. Gayet teknolojik bir şey. Belki iştah kapatıcı bir benzetme olacak ama traş makinesi gibi bir şey.
Tavuğun lehçesinin de "Kurczak" olduğunu belirteyim.
Burada soğuk sandviç olayı da oldukça yaygın. Subway, Türkiye'ye oranla burada daha fazla şubeye sahip. Sayı ve dağılım olarak bizdeki Burger King'i, buradaki Subway gibi düşünebiliriz.
Bir de Polonya'ya özgü değişik ve güzel bir şey var ki o da şöyle uzun bir ekmek düşünün ikiye ayrılmış, üstüne kaşar, mantar isterseniz salam, sosis de koyuyorlar. Sonra fırınlıyorlar. Ben mantarlı ve kaşarlı yedim. Çok lezzetliydi.
Diğer yandan Polonya tam bir tatlı cenneti. Öyle ki tuzlu bir şey bulmak neredeyse imkansız. Yani börekmiş, tuzlu kurabiyeymiş, poğaçaymış unutun. İyi ki çubuk kraker gibi evrensel bir şey var da hayat kurtarıyor. Tuzlu olduğunu düşünerek aldığınız hamur işi, tatlı çıkınca moralinizi bozmayın :) Devamını okuyun...>>
Biçimsel Diller ve Soyut Makineler dersinin de açıklanmasıyla birlikte okul bitti :) Almam gereken 156 kredinin hepsini de almış oldum:) Mutlu son. Devamını okuyun...>>
Göçlerin tarihi
insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar tarih boyunca çeşitli nedenlerle göç
etmişlerdir. Bu nedenlerin en başında çalışmak ve gelir elde etmek gelmektedir.
Son yüzyılda göç eden ve göç kabul eden ülkelerin sayısında büyük bir artış
vardır. Bu çerçevede Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu’nun “Türkiye’de Yabancıların Kaçak Çalışması” ve Prof. Dr. Mine Eder’in
“Moldovalı Yeni Göçmenler Üzerinden
Türkiye’deki Neo-liberal Devleti Yeniden Düşünmek” makaleleri ele
alınmıştır.
1960’lı yıllarda
Batı Avrupa’ya iş gücü ihraç eden bir ülke iken Türkiye’de yabancıların iş göçü
piyasasına girişi 1990’lı yılların başlangıcındadır. Gelen ve çalışma yaşamına
katılan yabancıların büyük bir bölümü kaçak çalışmaktadır. Yabancıların iş gücü
piyasasına girişinde Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu’nun makalesinde altını çizdiği
gibi gerek Türkiye’ye özgü girişlerdeki bürokratik engellerin azlığı,
sınırlardan kaçak girişe uygunluk ile evrensel sayılabilecek belli bir sektörde
yoğunlaşma, ucuzluk, geçicilik gibi pek çok neden sayılabilmektedir. Benzer bir şekilde Prof. Dr. Mine Eder, neoliberalleşme sürecinde devletin, kayıt dışılık ve
kriminalleşme sürecinin parçası olduğunu vurgulayarak devletin göç konusundaki
rolünün kapasitesizlik mi yoksa kasıtlı göz yumma mı olduğunu sorgulamaktadır.
Her iki makalede de yabancıların kaçak çalıştığı
sektörlerden biri olan hizmet sektörünün üzerinde yoğunlaşılmıştır.
Türkiye’de Yabancıların Kaçak Çalışması
Lordoğlu, Türkiye’ye gelen kaçak çalışan yabancıları
geldikleri ülkelere göre 3 grupta toplamaktadır. [1] İlk grup İran,
Irak, Afganistan gibi Türkiye’nin doğusundaki ülkelerden gelen ve Türkiye’de
bir süre çalışıp asıl hedefleri olan Avrupa ülkelerine geçen yabancılardan
oluşmaktadır. İkinci grupta ise turist vizesiyle gelip vize süresini aşmayacak
şekilde çalışıp sonra ülkesine dönen Romenler, Moldovalılar, Ukraynalılar,
Ruslar, Gürcüler ve Azeriler yer almaktadır. Üçüncü grupta ise Türk soylu
yabancılar yer almaktadır. İkinci ve üçüncü grupta yer alan yakın ülkelerde
yaşayan yabancıların daha çok kaçak çalıştığı görülmektedir.
Diğer yandan kaçak çalışan yabancıların bir kısmı ülke
içindeki siyasi çalkantılardan, büyük değişimlerden kaçmak amacıyla Türkiye’ye
kaçak giriş yapmaktadır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra
artan ekonomik şiddet ve fakirlik, 1990 sonrasında çok ciddi bir göç dalgası
yaratmıştır.[2] Kurdoğlu’nun
makalesinde araştırma konusu olan Romanya, Moldova, Ukrayna ve Gürcistan’dan
gelenler, yabancı iş gücü ihracı açısından başı çekmektedir. Bu ülkeler
arasında da en fazla girişi Moldovalılar yapmıştır. Lordoğlu’nun da belirttiği
gibi Moldova’dan gelenlerin büyük bir bölümünü kadın göçmenler oluşturmaktadır
ve bu göçmenler ev hizmetlerinde istihdam edilmektedir. Eder’de destekler
şekilde makalesinde Moldovalı göçmenlerin karşılaştıkları sorunları, devlet ve
göçmen arasındaki ilişkiyi vurgulamıştır.
Yabancıların Çalışma Alanları
Türkiye’ye çalışmaya gelen yabancılar sanayi, hizmet,
eğlence ve inşaat sektöründe yoğunlaşmıştır. Çalıştıkları sektörlerin
ülkelerinde aldıkları eğitimle ve sahip oldukları meslekle bağlantılı olmadığı
bilinmektedir. Lordoğlu yapılan araştırmalarda görüşülen yabancıların pek
çoğunun yüksek okul mezunu, diplomalı, vasıflı kişiler olduğunu belirtmiştir. İşveren
Türk işçiye oranla daha az bir ücret vererek daha vasıflı işçi çalıştırmayı
tercih etmektedir. Diğer yandan Lordoğlu, sendikalarla yapılan görüşmeler
sonucunda sendikaların olayı kendi üyelerinin istihdam ve ücret sorunu olarak
algılayıp yabancı işçilerin olumsuz çalışma şartlarına değinmeden soruna dar
bir çerçevede yaklaştıklarını belirtmiştir. Lordoğlu’nun makalesinde aktardığı
gibi resmi ve resmi olmayan tepkilerin ortak noktası kaçak çalışan yabancıların
ülkelerine geri dönmelerinin istenmesidir.
Eder, makalesinde hizmet sektöründe çalışan Moldovalı
kadınlar üzerinde durmuştur. 1990’lı
yıllardaki ekonomik değişim, Moldova’daki sefaletin göç için itici bir güç
olması, Türkiye’deki okul öncesi eğitimdeki boşluk, ekonomideki kayıt dışılık,
sosyal devletin işlevini kaybetmesi, geniş ailelerin yok oluşu ile birlikte
eskiden çocuğa bakan anneanne, babaanne gibi alternatiflerin kaybolması gibi
nedenler çocuk bakımı ve ev temizliği alanlarında ihtiyaç doğurmuştur. Kaçak
çalışma olgusunun bizzat kendisi sektör için ücret düşürücü etki yaratmaktadır.
Üstelik işçinin vasfının da Türk işçiye göre daha yüksek olduğu düşünüldüğünde Moldovalı
göçmenler de bu boşalan alana aracıların ve tur operatörlerinin de yardımıyla
kolaylıkla yerleşmişlerdir.
Aracılar ve tur operatörleri, göçmenlerin Türkiye’ye gelme,
işe yerleştirilme gibi konularda yardım ederler. Göçmen, aracı kuruma yol
parası ve ek bir ücret öder, iş bulununca da belli bir miktar para verir. Aracı
kurum işverenden de belli bir ücret alır ve göçmenin pasaportunu işverenine
teslim eder. Eder’in vurguladığı gibi esaret bu noktada başlar. Eder’e göre, insan emeğinin ulus ötesi pazarlanışı açısından
bakıcılık, modellik ya da seks işçiliği arasındaki mesleki sınırlar bu esaret
nedeniyle oldukça incedir.
Lordoğlu araştırma amacıyla görüşülen kadınların günde 5-10 $
kazacın Moldova’daki bütün bir ailenin üç günlük beslenmesini karşıladığı için
Türkiye’de saat sınırı olmadan çalışmayı tercih ettiğini
belirtmiştir. Pek çok kadın bu düşünceyle
Türkiye’ye gelmiş, kalmış ve zamanla Moldovalı kadınlar arasında bir iletişim
ağı oluşmuştur. Moldova’dan gelen turist miktarının artması üzerinde normalde 3
ay olan vize süresi 1 aya indirildiğinde bu ağ sayesinde kadınlar kendi
aralarında yer değiştirmişler, yeniden vize almak için soyadlarını değiştirmek
amacıyla kağıt üzerinde evlilikler yapmışlardır.
Devletin Rolü
Eder, sınır geçmekten, pasaport kontrolüne, oturma müsaadesine
kadar pek çok alanda belirleyici rol oynayan devletin, Moldovalı göçmen
kadınlara hangi yüzünü gösterdiğine değinmiştir. Bu noktada kapasitesizlik ve kasıtlı göz yumma
arasında gidip gelen devletin üç rolü olduğunu vurgulamıştır:
a. Kolaylaştırıcı
Post-Sovyet cumhuriyetlerden gelen kadınların Türkiye’yi
seçmesindeki başlıca neden vize politikalarıdır. Bir dönem uygulanan bandrollü vizeyle,
yabancılar sınır da belli bir ücret ödeyerek vize alıp Türkiye’ye girme imkânı
bulmuşlardır. Bu esnek vize uygulamasının ardında Özal dönemi politikaları
yatmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılması ekonomik bir fırsat olarak
görülmüş, Türkiye kendini bölgesel bir güç olarak lanse etmek istemiştir. Diğer
yandan yabancı göçmenler, sadece kayıt dışı çalışan Türk işçilerini etkilediği ve
bu da siyasi maliyeti yüksek bir etki yaratmadığı için devlet kolaylaştırıcı
rolünü üstlenmiştir.
b. Zorlar
gibi yapan devlet
Özellikle yeni göçmenler oturma ve çalışma izinleri
olmadığından ve bu izinleri nasıl alacaklarını bilmedikleri için özellikle
polis tarafından sık sık tehdit edilmektedirler. Bütün kadınların “Nataşa”
olarak adlandırılması, yani seks işçisi sanılması ve polisin kadınlara bu
düşünseyle yaklaşması kadınlar üzerinde bir baskı yaratmakta, en çok şikayet
ettikleri noktalardan biri olmaktadır.
Emniyet müdürlüğü, göçleri kontrol altına almak amacıyla
yapmış olduğu hiçbir yerde benzeri olmayan vize ihlali süresi kadar ülkeye
dönememe uygulaması da devletin kendi gücünü rastgele şekilde kullandığını
göstermektedir.
c. Kayıt
dışı devlet
Rüşvet ve yolsuzluk devleti kayıt dışılığa iten
etmenlerdir. Türkiye’de çalışan pek çok aracı kurum ile polis arasında çeşitli
ilişkiler ağı olduğu bilinmektedir. Zaman zaman çıkan sorunların kaynağı “göz
yumma rantındaki” anlaşmazlıklardan kaynaklanmaktadır. Bu noktada Eder’in
makalesinde yer alan, 22 yaşındaki Natalie’nin öyküsü polisin yeni göçmenlerin
giriş çıkışını nasıl kolaylaştırdığını da kanıtlar niteliktedir. Evine dönmek
isteyen ama vize cezasını ödeyecek parası olmayan Natalie, tüm parasını aracı
kuruma verir. Aracı kurumun bu paranın belli bir miktarını ödediği polis
Natalie’nin pasaportuna sınır dışı damgası atarak Natalie’nin evine dönmesini
sağlar.
Eder’in de söylediği gibi kayıt ve kayıt dışılık çizgileri
sürekli değişerek kendine yeni iktidar alanları yaratmaktadır.
Sonuç
Küreselleşme ile yaratılan ve artan gelir farklılıkları
giderek fakirleşen ülke insanları için ezici bir yük olmuştur. Pek çoğu çeşitli
vasıflara sahip bu insanlar istihdam arayışıyla göç etmeye başlamışlardır. İş
buldukları alanlar çoğunlukla enformel alanlardır. Başlangıçta bavul
ticaretiyle açılan bu alan zamanla devletin zaten kıt olan kaynaklarını tehdit
etmeye başlamıştır. İşverenler, işveren sendikaları gibi kimi çevreler aynı işi
yapan yabancı işçi, Türk işçiye göre daha vasıflı olduğu için yabancı
çalışanları desteklerken; yabancı çalışanlar, ücretleri düşürdüğü için Türk
işçiler ve sendikaları yabancı çalışanların karşısında olmuştur. Devlet, esnek vize uygulamalarıyla göçmenlere
kapılarını açarken bir yandan da sınır dışı etmektedir. İnsanlarla iş birliği
yaparken bir yandan da tehdit etmektedir. Eder, bu çelişkiyi şu şekilde
açıklamaktadır: ”.. bu tutarsızlık, bu rastgelelik, bu devlet ve devlet dışı
alanlar arasındaki çizgilerin yok olması süreci, devletin kendi egemenliğini
yeniden üretmesini de mümkün kılmaktadır. Bu anlamıyla neo-liberal devletin çok
daha kriminel, kanundışı ve kayıt dışı hale gelmesi hiç de tesadüfi değildir. “[3]
Lordoğlu, yakın bir gelecekte göçlerin sayısında azalma
olmayacağına işaret etmektedir. Çünkü göçmenlerin ülkelerinde henüz ekonomik
iyileşmeler söz konusu değildir. Bu nedenle bu işçilerin girişleri düzenlenmelidir,
formel sektörde vasıf düzeylerine uygun işlerde çalışmaları ülkedeki üretim
kalitesine de katkıda bulunacaktır.
Kaynaklar
Türkiye’de
Yabancıların Kaçak Çalışması ve bu Çalışmaya İlişkin bir Araştırma, Toplum ve
Bilim Dergisi, Sayı: 101, İletişim Yayınları İstanbul 2005. s: 103-127
Eder, M. (2007) Moldovalı Yeni Göçmenler üzerinden Türkiye’deki
neo-liberal devleti yeniden düşünmek. Toplum ve Bilim 108. s: 129-142
[1]Türkiye’de Yabancıların Kaçak
Çalışması ve bu Çalışmaya İlişkin bir Araştırma, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı:
101, İletişim Yayınları İstanbul 2005. s: 109
[2] Eder, M.
(2007) Moldovalı Yeni Göçmenler üzerinden Türkiyedeki neo-liberal devleti
yeniden düşünmek. Toplum ve Bilim 108 sy 131
[3][3] Eder, M. (2007) Moldovalı Yeni Göçmenler üzerinden Türkiyedeki
neo-liberal devleti yeniden düşünmek. Toplum ve Bilim 108 sy 141
Cuma günü okulun son günü. Bitirme projelerinin de sunumu var. Bitse de gitsek modundayım. İnanılmaz stres yaptım. 4. sınıf olmak böyle bir şey galiba. Gelecek belirsizliklerle dolu.
Tam bir ay sonra bugün Polonya'ya gitmek üzere yollara düşeceğim. Az kaldı.
Ve ben artık çok yoruldum.
Şu anki başarımız : %68. Ki veri setimiz çok iyi değil. Bunu da hep bahane olarak sunuyormuşuz gibi oluyor. Ne zaman düzelecek bilmiyorum.
Web sayfasındaki baskın kategoriyi belirleme... Ah ahh bir belirlesek. Devamını okuyun...>>
Bir şarkıya takıldım mı takılıyorum. Defalarca defalarca...(Takıntılı mıyım?) Sonra sıkılıyorum. Bir daha da pek yüzüne baktığım söylenemez. (Takıntılı olsam vazgeçer miydim?)
Yaşadıklarımız, bir dizi olay. Belli bir kurala göre gitmediğini düşünüyorum. Hayatın düzeni düzensizlik belki de. Başıma gelen her şeyin gelebilecek şeyler arasında en iyisi olduğu için geldiğini düşündüğüm için
a)iyimserlik
b)aptallık
c)zaman kaybı
Bu şıklardan hangisi uygun bana?
Şıkları sırasıyla inceleyen test kitaplarına inat karışık gidiyorum:)
Zaman kaybı ise eğer tam bir hayal kırıklığı. Çünkü ciddi anlamda buna inanıyorum. Şeyler arasında bir şey var. Ve o benim başıma geliyor. Neden? Çünkü en iyisi değil belki ama, benim için en iyisi.
Aptallık ise eğer -bu zaman kaybından daha az tedirgin ediyor nedense, aslında ikisi de aynı kapıya çıkıyor. - bu inanışımdan vazgeçmem lazım. İnsan zamanla hep daha az hep daha az derken hiçliğe gider. Onu da geçtim eğer istediğim şeyler dışındaki şeyler gelip beni buluyorsa ve ben aptal bir masal kahramanından farksız tüm kalbimle en iyi şey olduğuna inanıyorsam ve ve bu sürekli oluyorsa o zaman kendim için en iyi şeyi istemeyecek daha doğrusu kendim için en iyi şeyin ne olduğuna kara veremeyecek kadar aptal mıyım?
Daha fazla bu kelimeyi kullanamayacağım. Kontrol biz de olmuyor bazen. Benim dışımda gelişen şeyler benim için en iyisini benim isteklerim dışında şekillendirebilir.
Neyse ki şu an için benim cevabım belli. Doğru cevap: a :) Nedenini açıklamıyoruz. Çünkü o doğru cevap....
:)
Aynı şarkıyı 3. kez dinliyorum, yazının başından beri.
Hala İzmir'deyim.
Tam bir hafta sonra İstanbul. (Tabi şartlar değişebilir.)
Yarın okul açılıyor. Ben hala tatil modundayım.
İsim okuyarak yoklama alan hocalar yarın okulda olacak değil mi?
Şarkıyı 4. kez dinlemeyeceğim :) Bu kadar yeter. İyi geceler....
Her varlığın bir amacı vardır. Bizler varoluşsal amacımızı yerine getirirken evrenin bütünlüğüne de hizmet ederiz. Bizler, amaç sahibi olduğumuz ve bu amaca hizmet ettiğimiz için varızdır.
Bu yazıdaki metafizik buraya kadar...
Asıl bahsetmek istediğim yazının başlığından da anladığınız gibi: 20'lik diş. Bir anlamda vay benim dertli başım.(!)
Dünyadaki en amaçsız şeylerden biri 20'lik diş:
Çıksa çürür gider. Çektirisiniz.
Çıkmasa en büyük dert ameliyat gerektirir.
Azıcık çıksa çektirmek gerekir.
Her şey ağzımı açmakta güçlük çekmemle başladı. Yemek yemekte, gülmekte, konuşmakta zorluk çekiyordum. Canıma tak etti. İzmir'de Konak Diş Hastanesi'ne gittim. (Çile böyle başlıyor.)
Damak darlığı olduğu için 4 20'lik dişimin de çekilmesi gerekiyordu. Dişleriminden biri iltihap kaptığı için ilaç verdiler. Ve oldukça ileri bir tarihe de randevu :)
Hani şehir efsaneleri vardır. Çocuk 5 yaşındadır doktor 3 yıl sonraya randevu verir. 2 yaşındaki küçük kardeşine de 8 yıl sonrya randevu verilir falan...
Neyse ki beni 20'li yaşlarımın son demlerinde falan çağırmadılar...
2 ay sonrasına randevu aldık.
İlk dişim biraz çıkmıştı. Herhangi bir diş çekilmesi gibi geçti her şey... Ancak Çene Cerrahisi bölümünün gerici havası hepimizi esir almıştı. Ameliyat önlüğü giyilmesi gerektiğini görünce insan ister istemez geriliyor. Bir de bizi topluca beklettikleri ameliyat odasında deneyimli abiler, ablalar başlarından geçenleri uzun uzun anlatınca kimi zaman cesaret topluyor insan kimi zaman da tam bir facia... Sonuç olarak ilk ameliyatımdan sonra mutluydum. Korktuğum gibi olmamıştı.
3 ay sonra 2. dişim için gittik. Bu sefer diş tamamen gömülüydü. Bekleme odasında yeterince gerildikten sonra ameliyata girdim. Ameliyat kısa sürüyor. İğne yapıyorlar, kesip biçiyorlar, garip bir aletle gacır gucur bir şeyleri kazıyorlar (sanırım kökler temizleniyor) o sırada insan acıyı hissediyor. Sonra dikişi atıp yan odaya dinlenmeye alıyorlar. Bu ameliyatım da fena değildi. Hatta bittiğini bile anlamamıştım. Yarım saat sonra tamponu atıyoruz. 2 saat bir şey yiyip içmek yasak. Tavsiyem şu ki, 2 saat sonunda hemen kuvvetli bir ağrı kesici alın. Örneğin ben uyuşma geçince bir anda acıdan ağlamaya başladım. Dayanılır gibi değildi. Diğer yandan buz koymayı unutmayın. Sürekli yanağınıza buz koyun. Bu kanamayı durduruyor, morarmayı engelliyor.
Gelelim dün olduğum 3. ameliyatıma... Çok kötüydü. Doktorum izindeydi, farklı bir doktor vardı. Diğer hastalarında dediği gibi nasıl konuşulacağını bilmeyen bir doktor. Ameliyat sırasında ve sonrasında hatta hala çok acı çektim. Doktor, gözlerimi kapamama bile izin vermedi. Gözlerimizi kapatınca başımızı hareket ettirmeden tutamıyormuşuz. İnanın çok zordu. Uyuşturmak için iğne yaparken bile acıyı hissedeceksin deyince doktor, psikoloji denen bir şey var ya o yüzden de acıyı hep hissettim.
Kaldı bir diş. Onu da Ocak'ta finaller sonrası aldırmayı düşünüyorum. Hem de eski doktoruma.
Ey 20'lik diş... Senin amacın, daha önce dişçi sendromu yaşamayanlara bu acıyı tattırmak mı?